16 Nisan 2013 Salı

Gözlere Şenlik Floransa


Küçücük, derli toplu bir şehir. Akıllı, yetenekli insanlar yaşamışlar ve güzel bir miras bırakmışlar. Öyle böyle bir miras değil bu üstelik, bir devrin adı neredeyse burasıyla anılıyor. Şehrin sakinleri ise bu mirasa sahip çıkmış, bugünü huzurlu ve mutlu yaşıyorlar. Binaların dışı ne kadar etkileyici ise içi de bir o kadar güzelliklerle dolu. Şehrin hemen yanında küçük bir tepeye çıkınca şehir ayaklarınızın altına seriyor. Ve belki de en önemlisi, bu şehrin içinden bir nehir geçiyor. Yani Floransa, bir şehri sevimli kılabilecek bir çok özelliğe sahip.
 

Sabah erken saatlerde otelden ayrılıyor, kahvaltımı Ponte Vecchio'ya karşı yapmak istiyorum. Arno Nehri'nin üstünde, yapana büyük haz vermiş bir maket gibi duran köprünün üstünü tercih edenler çok fazla, karşıdan göreceğim bir yer bulup duvarın üzerine kuruluyorum. Bir kaç lokmanın ardından yanıma yaklaşan serçeyle tanışıyorum, bizdekilerin aksine insandan kaçmıyorlar. Sabah neşemi katlayan kahvaltının ardından kendimi Floransa'nın sokaklarına bırakıyorum. Rönesansın bu önemli kentinde sanat eserleri gerçekten göz alıcı. İsimlerini defalarca duyduğum insanların eserleri ile burun burunayım. Niye bu kadar ünlendiklerini artık daha iyi anlıyorum. Resimler, heykeller sanki canlı gibi, kimbilir, belki de canlılar. Ayaklarım bazen isyan ediyor, biraz dinlenmelerine izin verip devam ediyorum. Manfredi, Dosso Dossi, Tiziano, Michelangelo, Benefial, Tintoretto, Lo Spagnola, Leopoldo derken artık gözlerim ve aklım yoruluyor. Kendime dinlenecek sakin bir yer arıyorum.


Bu kadar özelliğe sahip bir şehrin doğal olarak ziyaretçisi de bol oluyor. Bu şehre ait olmadığını kolayca anlayabileceğiniz insanları her yerde görmek mümkün. Harıl harıl geziyor, merakla bakıyor, iştahla yiyor, kanarak içiyor, hesapsızca alıyorlar. Bir yerde oturanı görmek pek mümkün değil, hepsinin amacı kısıtlı zamanlarını dolu dolu geçirmek. Ve belki de önemli olan Floransa ile ilgili hatıralarını belgelemeye çalışıyorlar. Gezen insanın en önemli kazanımı anılarıdır, diğer her ayrıntı sadece bu anıları desteklemek için vardır. Teknolojinin gelişmesi ile öne çıkan en büyük destekçi de fotoğraf makineleri. Uffizi'de, Akademi'de en çok duyacağınız söz "No photo". Yüzyıllardır görenleri büyüleyen Boticelli ya da Michelangelo'nun eserlerini sevdiklerine göstermek için gizli saklı deklanşöre basmaya çalışan insanlar bolca bulunuyor. Bazen rahatsız edici boyutlara ulaşsa da artık neredeyse herkesin cebinde bir fotoğraf makinesi var.  


Floransa'yı severseniz tekrar gelmek için bir tavsiye var; Mercato Nuovo'da bulunan domuz heykelinin ağzına para konuluyor, bıraktığınızda alttaki deliklerden birine girerse dileğiniz olacak demektir. Başka inançlara sahip olma gerekliliğine inansam da yine de görmek isteğiyle yanına gidiyorum. Her dilden dileklere tanıklık edip ayrılmak üzereyken sessiz sedasız biri dikkatimi çekiyor, elinde defter, kulağında müzik, etrafta kimse yokmuş gibi elinde bulunan defteri karalıyor. Yanına yaklaşarak göz ucuyla bakınca domuzun resmini yaptığını görüyorum. Çevrede olanlarla hiç ilgilenmiyor, sayfada sadece domuz var, ne insanlar, ne paralar, ne fotoğraf makineleri, sadece domuz.




İtalyan ekmeği de diyenler var, pideye benzeyen nefis focaccia'dan yapılmış sandviç ile Michelangelo Tepesi'ne çıkıyorum. Başta Duomo olmak üzere görkemli yapılara karşı oturuyorum, ilk lokma ile serçeler ve güvercinler doluşuyor etrafıma, keyfime keyif katmaları için biraz kırıntı da yeterli oluyor üstelik. Onlarla oynaşıp manzaranın keyfini çıkarırken bir bahçe dikkatimi çekiyor, aşağıya inerken burayı deneyebilirim, kapısına gidince burasının Gül Bahçesi olduğunu, 350 çeşit gülün bulunduğunu öğrenerek şehrin kalbindeki  bu vahaya giriyorum. Belçikalı sanatçı Jean-Michel Folon'un 11 eserin sergilendiği bu küçük parkta bir tanıdık yüzle karşılaşıyorum, elinde defteri ve kalemi, kulağında müziği ile hatırlıyorum onu. Bir fotoğraf için izin istiyor, domuzla olan eski fotoğrafını gösteriyorum, o da bana bitmiş resmi gösteriyor. Brezilya'dan Floransa'ya gelip benim anılarıma giren arkadaşıma teşekkür ederek şehre geri dönüyorum.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Dağlardaki Bereket: Uzuncaburç




Demircili Anıt Mezarları

Silifke'den çıkarken tahmin ettiğim süreden uzun bir zamanda varıyorum Uzuncaburç'a. Bunun iki nedeni var: Sevimli olanı yol üzerinde, Demircili Köyü'nde gördüğüm anıt mezarlar. İkisi yan yana olmak üzere toplam dört mezar küçük ve sevimli yapılar. Köy evleri ve bahçelerin arasında hemen kendilerini belli ediyorlar. Her ne kadar ayrıntıları yok olsa da taş işçilikleri çok güzel. Sevimsiz sebebim ise yol çalışması nedeniyle girdiğim bozuk yol ve hiç bir yönlendirme olmaması nedeni ile yaşadığım stres. İlkini atlattıktan sonra ikinci bir yol yapımı ile yine yolum değişiyor, sonunda Uzuncaburç'a ulaşıyorum.



Yol üzerinde gördüğüm belediye tabelalarından dolayı büyük bir yerleşim bekliyorum, sadece tek katlı belediye binası, karşısında bir kahve ve bir kaç küçük yapı karşılıyor beni, arkalarında da buraya ismini veren tarihi yapı. Yerleşimin evleri, genelde yol boyunca gördüğüm tarlaların, bahçelerin aralarında kalıyor. Yol yorgunluğunu, sersemliğini bir kahve ile atmak istiyorum. Çay bardağında sunulunca burun kıvırdığım kahvenin enfes tadı ile gözüm açılıyor. Hedefim olan antik kent kalıntılarına doğru seğirtiyorum, Mersin'in en iyisi olduğunu duydum, diyenler haklıymış. Fazla çalışma yapılmamasına rağmen kalıntılara bakınca zamanında nasıl oldukları konusunda bir fikri oluyor insanın. 



Cazip bir gölgesi olan çınar ağacının karşısında yer alan sütunlu caddenin girişinde anıtsal kapıdan kalan beş sütun bulunuyor. Yolu takip edince sol tarafımda Zeus Tapınağı kalıyor. Yüzyılların depremlerine, rüzgarlarına, yağmurlarına inat ayakta kalan sütunlarıyla etkileyici bir yapı olan tapınağın kalıntıları arasında farklı hayvan kabartmalarının olduğu taşlar, üzüm hevenkli lahit ve birbirinin peşi sıra uzanan üç kişinin olduğu bir lahit kapağı dikkat çekiyor. Zeus Tapınağı'nın hemen yanında yer alan Şans Tapınağı'nın yanında bulunan kentin kuzey kapısından çıkıyor, geldiğim yoldan farklı bir güzergahı tercih ederek geri dönüyorum. Yol boyunca gördüğüm bahçe duvarlarında antik dönem yapılarından alınan malzemelerin kullanımı ilginç görüntüler oluşturuyor. Küçük olmasına rağmen genel olarak sağlamca günümüze ulaşmış tiyatronun basamaklarından bahçelerin manzarasını iyice sindiriyor, temiz havayı derin derin soluyunca acıktığımı hissediyorum.



Gezinin başlangıç noktasında bulunan çınarın yanında karnımı doyuracağımı düşünerek geri dönüyorum, yanılmadığımı, hatta çok isabetli bir karar verdiğimi kısa sürede anlayacağım. İçine peynir konulduktan sonra katlanıp pişirilen incecik hamurlu börek ve incecik lavaş ekmeğinin içine konulan çeşitli malzemelerle dürüm yapılan sıkma'yı beklerken masaya zeytin ve ayran geliyor. Neredeyse aynı zamanda bir de tekir kedi çıkıyor ortaya, miyavlamarıyla bana eşlik ediyor. Gelen sıkmadan, börekten atılan parçaları havada kaparken içerden bir ses geliyor: 

- Siz karnınızı doyurun, ben onları ekmekleyeceğim birazdan.
- Baksana ama, nasıl duygu sömürüsü yapıyor.
- O da biliyor işin duyguyla yürüyeceğini.

İçeri giriyor, biraz sonra elinde bir tencere ile çıkıyor ve biraz ileri giderek pisilere sesleniyor, onlar da bu çağrıyı ikiletmeden doluşuyorlar yemeğin başına, bizim tekir de yerini alıyor hemen. Bir süre elinde tencere ile onları izliyor, sonra yanıma geliyor ve aynı duruş ve bakışla masaya bakıyor, bu durumların klişe 'Başka bir şey ister misiniz?' sorusunu beklerken bir anne gibi davranıyor:

- Doydunuz mu?
- Ellerinize sağlık; diyebiliyorum sadece; ama hem ellerine, hem ağzına hem de yüreğine sağlık. 



Yemek üstü vazgeçilmezi çayla birlikte elinde iki kutu ile geri dönüyor, merakla açılmasını beklediğim kutuların birinden kavrulmuş buğday ve melengiç, diğerinden kuru üzüm çıkıyor, yemek üstüne atıştırmalık. Hemen ağzıma atıp keyifle çayımı yudumlarken anıtsal kapının yanındaki beton binayı soruyorum, "Bilmem." diyor, "Kütüphane diye yaptılar, öyle kaldı, bütün bunları yıkacaklar, bizleri de buradan kaldıracaklarmış.". Her biri yaşadıkları tarihi üzerinde taşıyan köy evlerine bakıyorum, birinin ahşap balkonu da olan bu taş evler yorgun ama sevimliler. Koruma demek en eskiyi yaşatmak mı sadece? Tarihin eskisi ya da yenisi olur mu? Oluşan hoş atmosferi bozup ziyaretçileri bu keyiften mahrum etmek nasıl bir planlama acaba? Antik kenti yapanlar ve torunları yüzyıllarca beraber yaşamış ve ilginç bir birlikteliğe imza atmışlarken niye buna uygun düşünen yetkililer ortaya çıkmaz?



Gönülden vedalaşırken etrafa bir daha baktım, umarım tekrar geldiğimde bu keyfi tekrar yaşarım, bu ortama acır ve sahiplerine bağışlarlar.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

12 Nisan 2013 Cuma

Masal Kahramanları'nın Kenti: Venedik

Gezmeyi seven herkesin mutlaka görmek istediği yerlerden birindeyim, göreceklerimin heyecanıyla bindiğim tekne ilerlerken bir yandan da coğrafyayı algılamaya çalışıyorum. Kazıklarla belirlenen güzergahımızda ilerlerken önümüze bir çok alternatif çıkıyor, hangisini seçeceğimizi tahmin etmeye çalışıyorum, bu durum giderek bir oyun haline geliyor. Fotoğraflardan tanıdığım yapıları görene dek devam ediyorum bu oyuna, sonra onlara bakarak Venedik'in neresinde olduğumuzu algılamaya çalışıyorum. Saat Kulesi, Dükler Sarayı, Aziz Marko Kilisesi derken kıyıya yanaşıyoruz. 

Önce 'Gördün mü?' sorusuna hayır cevabı veremeyeceğim yerleri görmeliyim. Bütün gezi kitaplarının en başında yer alan bu yerler nedense anılarda en az yer tutanlardır. Daima bir kalabalıkla gezilir bu tip yerler, sanki hac yeriymiş gibidirler. Girişleri pahalı, kuralları sıkı ve görevlileri mümkün olduğunca terstir.   Bu kadar övülen güzellikler içinde nasıl bu kadar mutsuz olduklarına hayret ederek etrafı iyice inceliyor, 'Acaba bir şey kaçırdım mı?' ile 'Etrafı devirmesem bari.' tedirginliği arasında gidip geliyor ve sorulara gururla cevap verecek kıvama geldiğimi hissedince yavaşça çıkışa yöneliyorum.

Elimde uzun bir liste ve görmek istediğim çok yer var, şaşkın bir şekilde sokaklarda yürüyorum, etrafıma doyasıya bakarak şehri algılamaya çalışıyorum. Kanalların arasına sıkışmış sokaklarda birbirinden güzel, masal kahramanlarının yaşaması için tasarlanmış binalara bakarak ilerliyorum. 
Önüme çıkan her yol ayrımından sapıyor ve merakla etrafıma bakıyor, yapanları, yaşananları, yaşayanları düşlüyorum. Bir süre sonra gezi listemi unutuyor, sonra tekrar hatırlıyor, nerede olduğumu anlamak için etrafıma ve haritaya bakakalıyorum. İşin içinden çıkamayınca birinden yardım istiyorum, haritaya şöyle bir bakıyor ve parmağıyla nerede olduğumu gösteriyor, peki ben buralara nasıl gelebildim? Doğru tarafa yönelip bir kaç sokak ilerleyince yön duygumu tekrar kaybediyorum. 

Artık göreceklerimden umudu kestim, geri dönüş yolunu bulmaya çalışıyorum. Bazı yerlerde sokaklar kalabalıklaşıyor, arkalarına takılıyorum, amacım bir caddeye (hem de Venedik'te !) çıkmak. Ancak kalabalıklar bir anda toplanıp dağılıveriyorlar sanki, anlıyorum ki kalabalıklar mekanla değil, zamanla ilgili burada. Bir süre daha yürüyüp bir duvarın üstüne oturuyorum. Elimdeki sandviçten bir lokma alıyor, boş gözlerle etrafı seyrediyorum. Haritayı elime almaktan korkuyorum artık, biraz soluklanmalıyız ikimiz de, çok yorulduk. İnsanları seyrediyorum bir süre. Hiç kimsede telaş yok, yetişmeleri gereken yerler bekleyebilir, sanki 'acele' kelimesi giremiyor bu kente. Turistler de bu şehre ayak uydurmuşlar, 'daha fazla yer görelim' demek için gezi güzergahlarının diğer kentlerini bekliyorlar besbelli. Bu arada farkediyorum ki geldiğimden beri aynı yüzü iki kere görmedim, oysa turistik yerlerin en güzel oyunudur bu. Aynı yerlerden keyif almaları buyurulmuş insanlar topluluğu sürekli birbirleriyle karşılaşır, yol arkadaşınıza tarif etmek için gördüğünüz yerlerle adlandırırsınız bu insanları, hatta bazen selamlaşır, tanışırsınız. Oysa Venedik'te bu pek mümkün değil, sanırım diğerleri de benim gibi şehrin ummadıkları başka yerlerini görerek yorgun dönüyorlar otellerine.

Venedik'te gezdikçe anlıyorum ki burası gerçek bir masal kenti, zamanla konuşmamayı, sadece anlattıklarını dinlemeyi öğreniyor insan. Görmek istediklerini onun istediği zaman ve onun istediği sırayla görebiliyorsun. Hiç şikayetim yok, kendimi keyifle kollarına bırakıyor, sunduğu hoş sürprizlere bayılıyorum. Haritam ve gezi listem de tatilde artık, ellerim cebimde kanalların arasında ıslık çalarak dolaşıyorum.

Ayrılık vakti için kelimenin her anlamıyla erken; şehir uykusundan yeni yeni uyanmakta hala ve ben bu şehre doyamadım. Güneşin nazlanarak gelişini belirttiği bu saatlerde çok az kişi var sokaklarda, sonra hepimiz bir vaperetto'ya doluşuyoruz. Gezmek için gelenlerin hepsi uykuda, şehir halkıyla beraberiz sadece. Benim görmek için binlerce kilometre geldiğim şehirde yaşıyorlar ama hiç umurlarında değil. Daha güzel rüyalar için uyuyorlar, daha güzel haberler için gazete okuyorlar sanki. Nefesleriyle oluşan buğuyu elimle temizleyip dışarı bakıyor, son bakışların hüznüyle veda ediyorum. Bir hareketlenme olunca istasyona yaklaştığımızı anlıyorum. İskelenin hemen karşısında bulunan istasyonun kapısı sanki bir lavabo deliği gibi, etraftaki insanları toplayıp yutuveriyor. Tren hareket ederken uyanıyorum masaldan, gördüğüm arabalara, kamyonlara, otobüslere, gemilere, binalara, insanlara inanmayacakları bu masal kentini anlatmak istiyor, çok çabuk vazgeçiyorum.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

12 Şubat 2013 Salı

Bozcaada


Güneş kavurucu bir sıcağı haber verirken, Odunluk İskelesinde demli bir çayla kahvaltınızı yapıyorsunuz. Karşınızda kıraç bir ada. Çevrenizde iskele, araba kuyruğu ve feribotu bekleyen insanların dışında bir şey yok. Bütün bir geceyi yolda geçirmenin yorgunluğu, bütün bunlarla birleşince, içinize kurt düşürebilir. Acaba güzel bir kaç gün geçirmek için teptiğiniz yol, bunca sıkıntıya değecek mi?
Saatler 10:00’a doğru ilerlerken yavaş yavaş bir hareketlenme başlıyor. Umursamaz tutumlarından birden sıyrılan insanların bir kısmı arabalarına, bir kısmı da feribota koşturmaya başlıyor ve yolculuk başlıyor. Daha önce adaya gelenler, feribotun çeşitli yerlerinde vakit geçirmeye çalışırken, ilk defa gelenlerin gözleri sürekli adayı izliyor. Toplam yarım saat süren yolculuk, onlar için pek de çabuk geçmeyecek anlaşılan. Adaya yaklaştıkça beliren her ayrıntı, merakın ibresini daha da yukarı çıkarıyor. İlk önce kale gözüküyor, ardından yavaş yavaş evler seçilmeye başlıyor. İskele ve bekleşen insanlar seçilmeye başlayınca, yolculuğun sonuna yaklaşıldığı anlıyorsunuz. Kıyıda bekleşen kalabalığın meraklı gözleri, sizin ve sizinle gelen insanların üzerinde tek tek dolaşıyor. Tedirginliği artıran birkaç dakikanın ardından, gelenlerle karşılayanlar arasındaki eşleşmeler tamamlanıyor ve kalabalık dağılıveriyor. Bunca insanın birden nereye kaybolduğunu anlamak gerçekten güç. Sıcaktan bunalan bir kaç insan yavaş yavaş sağa sola yürüyor, kıyıdaki restaurantlar akşama hazırlıklarını yapıyor, bunların dışında ortalıkta kimse yok. Artık denize girmekten başka fazla bir seçenek kalmıyor geriye. Rüzgarıyla meşhur adada, rüzgar almayan bir koy bulmak her zaman mümkün. Bunlardan birine yerleşin kendinizi Ege’nin o serin sularına bırakın ve adayı dinlemeye başlayın.
Tarihin sayfalarına geçen ilk konuklar Pelasglar, İÖ 2000 yılında adaya yerleşiyor. Persler ve Büyük İskender’inde idaresinde kalan ada, M.Ö. I. yüzyılda Romalılara geçiyor. İmparatorluğun ikiye bölünmesiyle Bizanslılarda kalıyor. Daha sonra Venediklilerin hakimiyetinede geçen ada, Bizans yıkılana kadar Venedik – Ceneviz – Bizans arasında sürekli el değiştiriyor. Bizans’ı tarih sahnesinden silen Osmanlılara karşı koyamayan diğerleri de, adayı yakıp yıkarak terkediyorlar. 1479 yılındaki savaşlardan sonra ele geçirilen ada yeniden imar ediliyor ve Gelibolu Sancağı, Kaptanpaşa Eyaleti’ne bağlanıyor. III. Mehmet zamanında padişah hasları arasında bulunan ve tapu kayıtlarına göre 242 Hristiyan ve 18 Müslüman hanesi bulunan Bozcaada; cumhuriyet döneminde Çanakkale İli’ne bağlı bir ilçe merkezi oluyor.
İşte 42 km²’lik adamızın kısa hikayesi. Bütün bu yaşanmışlıkların izlerini taşıyan sokaklarda yapacağınız bir gezinti, size çok farklı lezzetler tattıracaktır. Çeşit çeşit çiçeklerin süslediği; arnavut kaldırımlı sokakların iki yanına dizilmiş inci gibi evler. Evlerin pencere ya da kapılarında görülen, güleryüzlü, tatlı dilli, misafirperver insanları görünce; jeopolitik öneminden dolayı bir çok savaşa tanıklık ettiğine inanamıyor insan. Sokakların arasında dikkatimizi çeken çan kulesi, zamanında nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rumlara ait bir kilisenin. Şimdilerde sayıları çok azalsa da, kimliklerini ve geleneklerini unutmuyorlar. Yıllara meydan okumaya pek hali kalmamış çan kulesi, yıkılacak gibi dursa da, hala esrarengiz bir güzelliğe sahip. Kilisenin içi dışarısı gibi sade değil. Aksine binbir emekle bezenmiş, bir nakış gibi işlenmiş. Yıllarca dostça, kardeşçe yaşamış iki toplumun diğerine ait iki ibadethane daha var adada: Köprülü Mehmet Paşa ve Alaybey Camileri.
Sokakların büyüsünden sıyrılıp bir meydana çıkıyorsunuz. Üstü tamamen ağaçlarla kaplanmış bu alanda bulunan çay bahçelerinde bir soluk alın. Sonra iskeleye doğru yürüyeceğiniz kısacık bir yol, sizi kalenin kapısının önüne getirir. İlk olarak kimler tarafından yapıldığı bilinmeyen kale; çeşitli defalar onarılmış. İç ve dış kale olmak üzere iki kısımdan meydana gelen kalenin çevresini 10 m derinliğindeki bir su hendeği kuşatıyor. Görkemli bir yapı ve harika bir panoramaya sahip kalenin içinde bir de küçük etnografya müzesi bulunuyor.
Adaya gitmeden önce en çok duyulan, gidilince de en çok görülen şey üzüm bağları. Topraklarının büyük bir bölümünü kaplayan bağlarda yetişen üzümleri dünyaca meşhur. Kuntra cinsi üzümden yapılan kırmızı, vasilaki cinsi üzümden yapılan beyaz şaraplarıyla da tanınıyor burası, her ne kadar eski lezzetleri bulunmasa da. Zaten eski tadı kalan o kadar az şey var ki. Bağcılık her geçen gün biraz daha zorlaşıyor burada. Arazisini satıp gidenler ve azalan yağışlar, bağcılığı her geçen gün biraz daha öldürüyor. Eski tarihlerdeki paralarının üstünde bile üzüm salkımları bulunan Bozcaada için iyi bir yazgı değil bu.
Akşam çökmekte adanın üstüne. Kıyıda yanyana dizilmiş restaurantlardan birini seçin ve balık siparişinizi verin. Bu ziyafete en güzel adaya özgü şaraplar eşlik etse de meraklıları için rakı da bulunuyor. Yan masalardan birinde hafifçe mırıldanılan bir melodiye rüzgar ve deniz de katılıyor. Kaldırılan her kadeh, insanı Bozcaada’ya daha çok bağlıyor. Ve insan Bozcaada’ya bağlandıkça, Herodot’un sözlerini daha iyi anlıyor:
“Tanrı; insanlar uzun ömürlü olsun diye Bozcaada’yı yaratmış.”









26 Ocak 2013 Cumartesi

Coğrafyanın Birkaç Yüzü


Uzaktan Vazelon Manastırı

Bazı yolculuklarda yol kenarında gördüğüm bir tabela ilgimi çeker. İsmi, orası hakkında duyduklarım ya da sadece bir merak o yola girme isteği uyandırır içimde. Hatta birkaç sefer hiç hesapta yokken yolumdan sapmışlığım da vardır. Kıyıda köşede kalan bu yerler bazen hoş sürprizler sunabilir ziyaretçilerine. Popüler yerleri gezme telaşında olan insanlar uğramadığı için sakindirler, çevrede yaşayanlar bu sakinliğin tadına vararak gülümserler ziyaretçilerine, yürekten 'hoş geldin' derler. Doğaya gereksizce müdahele edilmemiştir buralarda, dolayısıyla her şey sanki en baştan beri aynıymış, yeri bile değişmemiş duygusunu yaşatır. Bütün bunları yaşamayabilirsiniz belki, ama olsun, bir yol varsa muhakkak gidilmeye değer.

İçerisi de gökyüzü, dışarısı da
Trabzon'dan yolculuğa başlarken amacımız tabelalarını gördüğümüz, bir kitapta rastladığımız ya da tesadüfen karşımıza çıkan yerleri görebilmekti. Yola çıkarken ince bir güzergah hesabı yapmadık. Hem yol şartlarından emin değildik, hem gidilen yerlerde ne kadar vakit geçireceğimizi bilmiyorduk, belki de en önemlisi karşımıza çıkan güzelliklerin hakkını vermek istiyorduk. Söz konusu yerler Karadeniz'de olunca daha bir dikkatli olmak gerekli tabi, özellikle Türkiye'de var olan tabela anlayışını göz önüne alınca sürprizlere hazır olmak gerekiyor, bu yolculuk sırasında da birkaç maceramız oldu böyle. Her günü bir önceki akşamdan kaba hatlarıyla planlayarak sabah yola düştük. Bu planlar bazen tuttu, bazen tutmadı, ama önemli olan planlar değil yolculuktu bizim için, hakkını vermeye çalıştık. Bizi çağıran hiçbir güzelliği es geçmeden, çok popüler olan bir hikayede söylendiği gibi 'ruhlarımızın yetişmesine izin vererek' gezdik, beklentilerimizi fazlasıyla karşılayan bir rotada keyifli bir hafta geçirdik.

Ne bulurlarsa masraf çıkar acaba?
Ne var abi orada, gitmeye değer mi?
Bölge hakkında gerek internette, gerek basılı malzeme ve kitap olarak çok bilgi bulmak mümkün değil. Gitmeden önce internetten ulaştığımız sitelerdeyse çok az bilgi, bir kısmının ne olduğu tam anlaşılamayan bol fotoğraf vardı. Yine broşür ve bilgi kitapçıkları da kısacık beylik bilgilerle bol fotoğraftan oluşuyordu. Elimizde bulunan 2 rehber kitabın basım tarihleri eskiydi, dolayısıyla bazı bilgiler güncel olmayabilirdi, nitekim bazı yerlerde bu da başımıza iş açtı. Bunlardan dolayı hedeflerimize yaklaştıkça gezeceğimiz yerler ve güzergahımız hakkında etraftan bilgi toplamaya çalıştık.

Böyle gezmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var muhakkak. Yanımıza aldığımız kitaplar, dostlarımızın tavsiyeleri, yol sorduğumuz insanlar olmasına rağmen bazı yerlerde kaybolduk, gidip bir şey göremeden geri döndüğümüz yollar oldu. Trabzon'da ismine çokca rastlanan, bazı kuruluşların da ismini kullandığı Vazelon Manastırı'nı uzaktan görmemize rağmen yanına gidemedik, doğru düzgün bir tabelası bile olmayan, deneyerek bulduğumuz yolların sonunda karşımıza çıkan manastırın patikasını bulamadık bir türlü, değil kitabın birinde bahsedilen kahve, bir insana bile rastlayamadığımız yolculuktan aşağıdan çekilmiş birkaç fotoğrafın dışında bol bol çamur kaldı hatıra olarak. Yine Kağızman yolunda rastladığımız Camuşlu Kaya Resimleri tabelasının gösterdiği yola saptık, ulaştığımız ilk köyde bir teyzeye yolu sorduğumuzda 'Gidemezsiniz.' demesine rağmen yola devam ettik, sonuçta gidemedik, geri döndük. Teyze, arabanın lastiklerine bakıp 'Gidemediniz, değil mi?' dedi, 'Senin yüzünden oldu.' cevabını duyunca attığı kahkahaya bile değerdi o zahmetli yolculuk. Günümüzden 13 bin yıl önce yapılan resimleri göremedik ama anlatacak hoş bir anımız oldu en azından.

Nasıl çıktığımı görmem lazım..
Türkiye'de kaç tane Baksı var?
Yol tarifi alırken 'Eski ismi Baksı, müzenin adı da aynı ama köyün yeni ismini hatırlamıyorum.' demişti arkadaşım. Bu köyde doğan sanatçı ve eğitimci Hüsamettin Koçan'ın bir düşüyle hayat bulan, ummadığınız bir anda karşınıza çıkan ilginç bir binanın içinde umulmadık bir koleksiyon değiştirilerek sergilendiği, bu köyde yaşayan gençlerin geziniz sırasında size eşlik ettiği, Çoruh Vadisi'ne bakan bir yamacın üstünde yükselen, kendisi bile bir sanat eseri olan yapı, güzel bir kütüphane ve toplantı salonunun yanı sıra çevre insanlarına çeşitli eğitimlerin verildiği atölyeleri de kapsayan bu yapının bulunduğu köyün yeni adı 'Bayraktar' imiş.Merakıma engel olmadım, Google'da 'Bayraktar Köyü' olarak arama yapınca karşıma epey bir seçenek çıktı, 'Baksı' olarak arattığımda ise seçenekler yerleşim yeri olarak tekti. Orta Asya halk kültüründe 'Şaman' demek olan bu kelime birilerine yabancı gelmiş olacak ki anlayabilecekleri bir kelime ile değiştirmişler.

Türkiye genelinde bir çok örneği olan bu yeniden adlandırmada çoğu zaman çok yaratıcı olamamışlar ne yazık ki. Buğdaylı, Kılıçcı, Laleli, Göztepe buradaki köy isimlerinden bir kaçı. Yaşayanların bir kısmı hala eski isimleriyle beraber kullanıyor bu yeni 'yakıştırma'ları. Bazen karışıklıklara da yol açmıyor değil bu durum. Yusufeli'ne bağlı, Barhal Dağları'nın (gerçi onların ismini de değiştirmişler) eteğinde, Barhal Çayı'nın kıyısında, içinde bütün kaynaklarda Barhal Kilisesi olarak adlandırılan Barhal Köyü'nün yeni adı Altıparmak. Ve siz köye yaklaşana kadar bu ismi bilmiyorsunuz. Sırtını, temmuz sonunda bile başı karlı zirvelere dayayan, içinden gürül gürül akan coşkulu bir derenin çağıltısı ile her daim şen bu yemyeşil vadinin isminin ne önemi var mı diyeceğiz? Demesek ya da demeselerdi daha iyiydi bence, yüzyılların birikimi günümüze gelen her şeyi korumak, bizim sorumluluğumuz olmalı.

Surların içinde bir köy
Kale mi diyeceğiz, yoksa köy mü; Tunçkaya mı yoksa Keçivan olarak mı yazacağız, bilmem ama, anlatıldığı kadar etkileyici bir yer olduğunu anlamak için kapısına kadar gitmek gerekiyor. Evet, iki vadi arasında yükselen bir kayalığın üzerine yerleşen bu köyün bir kapısı var, buradan girmezseniz başka yerden girmeniz için epeyce uğraşmanız gerekiyor. Bu kapı öyle basit bir kapı da değil, yüksekliği 10 metreyi bulan iki sıra surdan geçmeniz gerekiyor. Dışardaki şaşaanın izine içeride rastlamak mümkün değil, sıradan bir köye girmek için fazla tantanalı bir yol kullanılıyor. Görkemli kapıdan geçtiğiniz zaman ise sizi karşılayan hayvancılıkla geçinen bir köy; yolları çamurlu, insanları güleç, çocukları mutlu bir köy. Girerken yaşadığınız tedirginliğin izi bile yok köyün içinde, belki de ortaçağın karanlık filmlerinden çok etkilenmişiz. Yoldan görülen kilisenin karmaşık yolunda çocuklar bize eşlik ediyor, fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor, onların bu halini büyükler keyifle seyrediyor ve çay eşliğinde kendi yaptıkları peyniri ikram etmek için bizi davet ediyorlar. Tarih boyunca bir çok olay gördüğü kesin olan bu kasvetli köyün insanlarının bu kadar sevecen olması insanı hayrete düşürüyor.

Eski aletler, eski defterler..
Anayolun kenarında bulunan bir inek maketiyle sapıyor, kısa bir yolculukla köye ulaşıyoruz. Görüntü olarak diğer köylerden pek bir farkı yok, yolumuzu buraya düşüren Peynir Müzesi'ne ait bir ayrıntı da ortada görünmüyor. Genç bakkal bizi karşılamaya hazır bekliyor, selamlayıp müzeyi soruyoruz, daha tamamlanmadığını söyleyerek binayı gösteriyor ve istersek gezebileceğimizi ekliyor. Duvarlarına asılmış bilgi panolarında köyün peynirle gelişen tarihiyle ilginç ayrıntılar fotoğraflarla anlatılmış. Çevrede dağınık olarak müzede sergilenecek eşyalar duruyor. Merakla okuduğumuz her ayrıntı bizi hayrete düşürüyor. Almanlar, İsviçreliler, Ruslar ve Karslılar gerçekten ilginç bir hikaye için burada toplanmış, bu ücra köyde farklı bir kültürün peyniri olan gravyeri üretmişler. Daha açılmayan müzenin ziyaretçi defteri yarısına kadar dolmuş bile, tebriklerimizi kayda geçirerek ayrılıyoruz buradan.


Neler görürüz daha, kimbilir..
Bir şey bulursanız haberimiz olsun
Bu meraklı yolculuğun bizde bulunan kaynaklarda yer almayan, ismini bile duymadığımız hoş süprizleri de oldu doğal olarak. Yusufeli yakınlarında gördüğümüz Esbek Kalesi'ni daha önce hiç duymamıştık örneğin. Gördüğümüz tabelayla anayoldan ayrıldık, bir iki sapaktan sonra yol kenarında rastladığımız birine sorduk, gülerek yüzümüze baktı, eliyle tepeyi gösterdi ve ekledi: 'Bir şey bulursanız haberimiz olsun'. Gezmek, bazıları için çok amaçsız bir iş, 'muhakkak başka işleri vardır' diye düşünürler, sonunda da definecilikte karar kılınır. Haksız da değiller aslında, gördüğümüz bir çok yapı definecilerin epeyce ilgisini çekmiş. Her tasvir ya da yazıyı bir işaret saymışlar ve epeyce uğraşmışlar, bulmuşlar mı bilinmez ama onarılamaz izleri hala duruyor.

İstisnasız her kilisede bir 'çalışma' yapmış defineciler. Onların bıraktığı izlere tezat adak mumlarıyla karşılaştık bir çoğunda da, herkesin umudu başka tabi. Malzemeleri başka yerlerde kullanılmak üzere zarara uğratılmış tarihi yapılarla da karşılaştık. Görkemli ceviz ağaçlarının arasında heybetle yükselen Tbeti Kilisesi'nin dinamitle parçalanan taşları okul ve camiye gitmiş mesela. Öşk Vank'ın, İşhan'ın koca koca taşları kimbilir nerelerde. Kaderlerine terkedilmiş yaklaşık bin yıllık bu yapılara değil sahip çıkmak, yavaş yavaş tüketmeye çalışmışlar; ama onlar gene de direnmişler bu tahribatlara. Çok sevdiğimiz yazı yazma durumlarına hiç girmiyorum bile, hatta bazı yerlerde abartıp resim yapmaya girişmişler.

Araziye uyan yollar
Arabayı araziye uydurduk
Ana yolları fazla tercih etmeyeceğimize baştan karar vermiştik, ancak aracımız konusunda şüphelerimiz vardı. Arazi aracı konusunda gidip geldik, sonunda bir binek arabada karar kıldık. 'Arazi aracınız mı var?' diyenlere verdiğimiz 'Hayır, aracımızı araziye uyduruyoruz.' yanıtından genelde büyük keyif aldık. Araç da bizim yüzümüzü kara çıkarmadı; ses çıkartmadan, arızalanmadan, lastiği bile patlamadan yolun sonunu gördü.

Yolların bu kadar bozuk olması, bir çok yerin gözlerden uzak kalmasını da sağlamıştı doğal olarak. Hatta bazen yerel yöneticilerin kasıtlı olarak yolları yapmayıp tabela dikmediklerini düşünüyorum. Özellikle Trabzon'un bu konudaki ilgisizliği dikkat çekici. Herkesin bildiği birkaç yer için gösterilen özene rağmen diğer görülesi yerler hiç yokmuş gibi davranılmış. Şehir içinde yer alan Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ni bile ancak sorarak bulabilirsiniz. Gümüşhane ise tabela konusunu fazla fazla halletmiş. Neredeyse her sapakta kaç kilometre kaldığını bile gösteren tabelalar mevcut. Gezimiz sırasında uğradığımız diğer illerde ise yeterli denebilecek tabelalar mevcut. Gördüklerimle ne kadar mutlu olduysam da 'Acaba kaçırdığım bir şeyler oldu mu?' diye düşünmüyor değilim.

Rengarenk bir coğrafya
Şeftali Molaları
Gezi tarihimizi seçerken tamamen iş açısından uygun zamanımıza göre ayarladık, bu da ramazan ayına denk geliyordu. Hava açısından iyi olma ihtimali yüksekti, tatilcilerin genelde evde olduğu zamanlardı, yani yollar, gezilen yerler nisbeten sakin olabilirdi. Ancak bazı yerlerde ramazan demek, yemeğin tamamen unutulması anlamına geliyor. Bazı yerlerde iftar saatinden sonra bile açık lokanta bulamadık. Hatta sağlam olsun diye gazete kağıdıyla camlarını bile örtmüşlerdi çoğu lokantanın. Bu duruma kendimizi hazırlamıştık, yanımızda bol miktarda galeta ve atıştırmalık vardı, uygun yerlerden takviye de yaptık. Yine ara ara meyve, hatta mevsimi olduğu için özellikle şeftali ile de midemizi avuttuk.

Yani bu gezi, beni tanıyanları yemekler açısından hayal kırıklığına uğrattı, ama keyifli sofralarımız da oldu. Hamsiköy Kardak Tesislerinde dostum Koray Pervanlar'ın lezzetli etleri ve tabi ki sütlacı, Uzundere Yedigöller Tesisleri'nde yöresel yemeklerden oluşan tabak ve kuru kayısıdan yaptıkları tatlı, Şavşat Karagöl'de alabalık ve salata, Taşköprü Yaylası'nda yediğimiz patates yemeği unutulmazdı.

Yolun her kıvrımı farklı bir coğrafyaya gidiyor.
Abi kaç km kaldı?
Acemi yolcunun en büyük hatası hedefe kilitlenmesidir. Oysa yolculuk bir bütündür, bütünüyle yolda olma halidir, gidilen yerler ne kadar ilgi çekici olsa da yolların hakkını da vermek gerekir. Bu sayede ilginç ayrıntılarla oyalanır ve sıkılmadan hedefe varır. Hatta ilginç bir şekilde anılarda, fotoğrafların aksine gidilen yerlerden çok yolculuk anıları kalır. Eski Zigana yolunun virajlarında ilerlerken birden karşınıza çıkıveren Torul Baraj Gölü ve Harşit Vadisi'nin manzarası güzel bir anıdır mesela. Çaykara'dan Bayburt'a, Ardahan'dan Şavşat'a, Uzundere'den dağ yolunu izleyerek Oltu'ya, Gümüşhane'den Santa Harabeleri'ne yapılan yolculuklarda coğrafyanın inanılmaz değişimi, iklimin yaptığı oyunlar, üzerinize yürüyen bulutlar unutulamaz. Daha önce görmediğiniz çiçekler, ismini bile bilmediğiniz kuşlar, nereye gittiğini merak ettiğiniz insanlar hep yolunuzdadır. İşte bir coğrafyada sayısız defa kıvrılarak ilerleyen yolları 'yolculuk' haline getiren bu ayrıntılardır.

Yol üzerinde karşınıza çıkan her tabelaya inanılır mı? Elbette inanılmaz, sormak, soruşturmak gerekir. Bunu yaparken sağlam bilgi kaynaklarınız ve en önemlisi sağlam bir yol arkadaşınız olmalı. Ayrıntıları öğrenmeden bu yolculuğa evet diyen, keşfetme heyecanını her daim taşıyan, olumsuzluklardan yılmayan ve en önemlisi gördüğü güzelliklerin tadını çıkaran dostum Suat Ertüzün'e teşekkür etmeliyim. Yine güzergahımızı belirlemede büyük katkıları olan, bazı günlerimizi en ince ayrıntılarıyla planlayan, onsuz görme şansımızın bulunmadığı yerleri tavsiye eden, kendini bölgeye adamış dostum Egemen Çakır'a da kocaman bir teşekkür borcum var. Yolculuğun bu iki temel taşının dışında tanıdık, tanımadık bir çok kişiden de büyük destek aldık, onları da dostlukla anmam gerekiyor. Umarım yollarımız bir yerlerde tekrar kesişir.