26 Ocak 2013 Cumartesi

Coğrafyanın Birkaç Yüzü


Uzaktan Vazelon Manastırı

Bazı yolculuklarda yol kenarında gördüğüm bir tabela ilgimi çeker. İsmi, orası hakkında duyduklarım ya da sadece bir merak o yola girme isteği uyandırır içimde. Hatta birkaç sefer hiç hesapta yokken yolumdan sapmışlığım da vardır. Kıyıda köşede kalan bu yerler bazen hoş sürprizler sunabilir ziyaretçilerine. Popüler yerleri gezme telaşında olan insanlar uğramadığı için sakindirler, çevrede yaşayanlar bu sakinliğin tadına vararak gülümserler ziyaretçilerine, yürekten 'hoş geldin' derler. Doğaya gereksizce müdahele edilmemiştir buralarda, dolayısıyla her şey sanki en baştan beri aynıymış, yeri bile değişmemiş duygusunu yaşatır. Bütün bunları yaşamayabilirsiniz belki, ama olsun, bir yol varsa muhakkak gidilmeye değer.

İçerisi de gökyüzü, dışarısı da
Trabzon'dan yolculuğa başlarken amacımız tabelalarını gördüğümüz, bir kitapta rastladığımız ya da tesadüfen karşımıza çıkan yerleri görebilmekti. Yola çıkarken ince bir güzergah hesabı yapmadık. Hem yol şartlarından emin değildik, hem gidilen yerlerde ne kadar vakit geçireceğimizi bilmiyorduk, belki de en önemlisi karşımıza çıkan güzelliklerin hakkını vermek istiyorduk. Söz konusu yerler Karadeniz'de olunca daha bir dikkatli olmak gerekli tabi, özellikle Türkiye'de var olan tabela anlayışını göz önüne alınca sürprizlere hazır olmak gerekiyor, bu yolculuk sırasında da birkaç maceramız oldu böyle. Her günü bir önceki akşamdan kaba hatlarıyla planlayarak sabah yola düştük. Bu planlar bazen tuttu, bazen tutmadı, ama önemli olan planlar değil yolculuktu bizim için, hakkını vermeye çalıştık. Bizi çağıran hiçbir güzelliği es geçmeden, çok popüler olan bir hikayede söylendiği gibi 'ruhlarımızın yetişmesine izin vererek' gezdik, beklentilerimizi fazlasıyla karşılayan bir rotada keyifli bir hafta geçirdik.

Ne bulurlarsa masraf çıkar acaba?
Ne var abi orada, gitmeye değer mi?
Bölge hakkında gerek internette, gerek basılı malzeme ve kitap olarak çok bilgi bulmak mümkün değil. Gitmeden önce internetten ulaştığımız sitelerdeyse çok az bilgi, bir kısmının ne olduğu tam anlaşılamayan bol fotoğraf vardı. Yine broşür ve bilgi kitapçıkları da kısacık beylik bilgilerle bol fotoğraftan oluşuyordu. Elimizde bulunan 2 rehber kitabın basım tarihleri eskiydi, dolayısıyla bazı bilgiler güncel olmayabilirdi, nitekim bazı yerlerde bu da başımıza iş açtı. Bunlardan dolayı hedeflerimize yaklaştıkça gezeceğimiz yerler ve güzergahımız hakkında etraftan bilgi toplamaya çalıştık.

Böyle gezmenin avantajları olduğu kadar dezavantajları da var muhakkak. Yanımıza aldığımız kitaplar, dostlarımızın tavsiyeleri, yol sorduğumuz insanlar olmasına rağmen bazı yerlerde kaybolduk, gidip bir şey göremeden geri döndüğümüz yollar oldu. Trabzon'da ismine çokca rastlanan, bazı kuruluşların da ismini kullandığı Vazelon Manastırı'nı uzaktan görmemize rağmen yanına gidemedik, doğru düzgün bir tabelası bile olmayan, deneyerek bulduğumuz yolların sonunda karşımıza çıkan manastırın patikasını bulamadık bir türlü, değil kitabın birinde bahsedilen kahve, bir insana bile rastlayamadığımız yolculuktan aşağıdan çekilmiş birkaç fotoğrafın dışında bol bol çamur kaldı hatıra olarak. Yine Kağızman yolunda rastladığımız Camuşlu Kaya Resimleri tabelasının gösterdiği yola saptık, ulaştığımız ilk köyde bir teyzeye yolu sorduğumuzda 'Gidemezsiniz.' demesine rağmen yola devam ettik, sonuçta gidemedik, geri döndük. Teyze, arabanın lastiklerine bakıp 'Gidemediniz, değil mi?' dedi, 'Senin yüzünden oldu.' cevabını duyunca attığı kahkahaya bile değerdi o zahmetli yolculuk. Günümüzden 13 bin yıl önce yapılan resimleri göremedik ama anlatacak hoş bir anımız oldu en azından.

Nasıl çıktığımı görmem lazım..
Türkiye'de kaç tane Baksı var?
Yol tarifi alırken 'Eski ismi Baksı, müzenin adı da aynı ama köyün yeni ismini hatırlamıyorum.' demişti arkadaşım. Bu köyde doğan sanatçı ve eğitimci Hüsamettin Koçan'ın bir düşüyle hayat bulan, ummadığınız bir anda karşınıza çıkan ilginç bir binanın içinde umulmadık bir koleksiyon değiştirilerek sergilendiği, bu köyde yaşayan gençlerin geziniz sırasında size eşlik ettiği, Çoruh Vadisi'ne bakan bir yamacın üstünde yükselen, kendisi bile bir sanat eseri olan yapı, güzel bir kütüphane ve toplantı salonunun yanı sıra çevre insanlarına çeşitli eğitimlerin verildiği atölyeleri de kapsayan bu yapının bulunduğu köyün yeni adı 'Bayraktar' imiş.Merakıma engel olmadım, Google'da 'Bayraktar Köyü' olarak arama yapınca karşıma epey bir seçenek çıktı, 'Baksı' olarak arattığımda ise seçenekler yerleşim yeri olarak tekti. Orta Asya halk kültüründe 'Şaman' demek olan bu kelime birilerine yabancı gelmiş olacak ki anlayabilecekleri bir kelime ile değiştirmişler.

Türkiye genelinde bir çok örneği olan bu yeniden adlandırmada çoğu zaman çok yaratıcı olamamışlar ne yazık ki. Buğdaylı, Kılıçcı, Laleli, Göztepe buradaki köy isimlerinden bir kaçı. Yaşayanların bir kısmı hala eski isimleriyle beraber kullanıyor bu yeni 'yakıştırma'ları. Bazen karışıklıklara da yol açmıyor değil bu durum. Yusufeli'ne bağlı, Barhal Dağları'nın (gerçi onların ismini de değiştirmişler) eteğinde, Barhal Çayı'nın kıyısında, içinde bütün kaynaklarda Barhal Kilisesi olarak adlandırılan Barhal Köyü'nün yeni adı Altıparmak. Ve siz köye yaklaşana kadar bu ismi bilmiyorsunuz. Sırtını, temmuz sonunda bile başı karlı zirvelere dayayan, içinden gürül gürül akan coşkulu bir derenin çağıltısı ile her daim şen bu yemyeşil vadinin isminin ne önemi var mı diyeceğiz? Demesek ya da demeselerdi daha iyiydi bence, yüzyılların birikimi günümüze gelen her şeyi korumak, bizim sorumluluğumuz olmalı.

Surların içinde bir köy
Kale mi diyeceğiz, yoksa köy mü; Tunçkaya mı yoksa Keçivan olarak mı yazacağız, bilmem ama, anlatıldığı kadar etkileyici bir yer olduğunu anlamak için kapısına kadar gitmek gerekiyor. Evet, iki vadi arasında yükselen bir kayalığın üzerine yerleşen bu köyün bir kapısı var, buradan girmezseniz başka yerden girmeniz için epeyce uğraşmanız gerekiyor. Bu kapı öyle basit bir kapı da değil, yüksekliği 10 metreyi bulan iki sıra surdan geçmeniz gerekiyor. Dışardaki şaşaanın izine içeride rastlamak mümkün değil, sıradan bir köye girmek için fazla tantanalı bir yol kullanılıyor. Görkemli kapıdan geçtiğiniz zaman ise sizi karşılayan hayvancılıkla geçinen bir köy; yolları çamurlu, insanları güleç, çocukları mutlu bir köy. Girerken yaşadığınız tedirginliğin izi bile yok köyün içinde, belki de ortaçağın karanlık filmlerinden çok etkilenmişiz. Yoldan görülen kilisenin karmaşık yolunda çocuklar bize eşlik ediyor, fotoğraf çektirmek için sıraya giriyor, onların bu halini büyükler keyifle seyrediyor ve çay eşliğinde kendi yaptıkları peyniri ikram etmek için bizi davet ediyorlar. Tarih boyunca bir çok olay gördüğü kesin olan bu kasvetli köyün insanlarının bu kadar sevecen olması insanı hayrete düşürüyor.

Eski aletler, eski defterler..
Anayolun kenarında bulunan bir inek maketiyle sapıyor, kısa bir yolculukla köye ulaşıyoruz. Görüntü olarak diğer köylerden pek bir farkı yok, yolumuzu buraya düşüren Peynir Müzesi'ne ait bir ayrıntı da ortada görünmüyor. Genç bakkal bizi karşılamaya hazır bekliyor, selamlayıp müzeyi soruyoruz, daha tamamlanmadığını söyleyerek binayı gösteriyor ve istersek gezebileceğimizi ekliyor. Duvarlarına asılmış bilgi panolarında köyün peynirle gelişen tarihiyle ilginç ayrıntılar fotoğraflarla anlatılmış. Çevrede dağınık olarak müzede sergilenecek eşyalar duruyor. Merakla okuduğumuz her ayrıntı bizi hayrete düşürüyor. Almanlar, İsviçreliler, Ruslar ve Karslılar gerçekten ilginç bir hikaye için burada toplanmış, bu ücra köyde farklı bir kültürün peyniri olan gravyeri üretmişler. Daha açılmayan müzenin ziyaretçi defteri yarısına kadar dolmuş bile, tebriklerimizi kayda geçirerek ayrılıyoruz buradan.


Neler görürüz daha, kimbilir..
Bir şey bulursanız haberimiz olsun
Bu meraklı yolculuğun bizde bulunan kaynaklarda yer almayan, ismini bile duymadığımız hoş süprizleri de oldu doğal olarak. Yusufeli yakınlarında gördüğümüz Esbek Kalesi'ni daha önce hiç duymamıştık örneğin. Gördüğümüz tabelayla anayoldan ayrıldık, bir iki sapaktan sonra yol kenarında rastladığımız birine sorduk, gülerek yüzümüze baktı, eliyle tepeyi gösterdi ve ekledi: 'Bir şey bulursanız haberimiz olsun'. Gezmek, bazıları için çok amaçsız bir iş, 'muhakkak başka işleri vardır' diye düşünürler, sonunda da definecilikte karar kılınır. Haksız da değiller aslında, gördüğümüz bir çok yapı definecilerin epeyce ilgisini çekmiş. Her tasvir ya da yazıyı bir işaret saymışlar ve epeyce uğraşmışlar, bulmuşlar mı bilinmez ama onarılamaz izleri hala duruyor.

İstisnasız her kilisede bir 'çalışma' yapmış defineciler. Onların bıraktığı izlere tezat adak mumlarıyla karşılaştık bir çoğunda da, herkesin umudu başka tabi. Malzemeleri başka yerlerde kullanılmak üzere zarara uğratılmış tarihi yapılarla da karşılaştık. Görkemli ceviz ağaçlarının arasında heybetle yükselen Tbeti Kilisesi'nin dinamitle parçalanan taşları okul ve camiye gitmiş mesela. Öşk Vank'ın, İşhan'ın koca koca taşları kimbilir nerelerde. Kaderlerine terkedilmiş yaklaşık bin yıllık bu yapılara değil sahip çıkmak, yavaş yavaş tüketmeye çalışmışlar; ama onlar gene de direnmişler bu tahribatlara. Çok sevdiğimiz yazı yazma durumlarına hiç girmiyorum bile, hatta bazı yerlerde abartıp resim yapmaya girişmişler.

Araziye uyan yollar
Arabayı araziye uydurduk
Ana yolları fazla tercih etmeyeceğimize baştan karar vermiştik, ancak aracımız konusunda şüphelerimiz vardı. Arazi aracı konusunda gidip geldik, sonunda bir binek arabada karar kıldık. 'Arazi aracınız mı var?' diyenlere verdiğimiz 'Hayır, aracımızı araziye uyduruyoruz.' yanıtından genelde büyük keyif aldık. Araç da bizim yüzümüzü kara çıkarmadı; ses çıkartmadan, arızalanmadan, lastiği bile patlamadan yolun sonunu gördü.

Yolların bu kadar bozuk olması, bir çok yerin gözlerden uzak kalmasını da sağlamıştı doğal olarak. Hatta bazen yerel yöneticilerin kasıtlı olarak yolları yapmayıp tabela dikmediklerini düşünüyorum. Özellikle Trabzon'un bu konudaki ilgisizliği dikkat çekici. Herkesin bildiği birkaç yer için gösterilen özene rağmen diğer görülesi yerler hiç yokmuş gibi davranılmış. Şehir içinde yer alan Arkeoloji ve Etnografya Müzesi'ni bile ancak sorarak bulabilirsiniz. Gümüşhane ise tabela konusunu fazla fazla halletmiş. Neredeyse her sapakta kaç kilometre kaldığını bile gösteren tabelalar mevcut. Gezimiz sırasında uğradığımız diğer illerde ise yeterli denebilecek tabelalar mevcut. Gördüklerimle ne kadar mutlu olduysam da 'Acaba kaçırdığım bir şeyler oldu mu?' diye düşünmüyor değilim.

Rengarenk bir coğrafya
Şeftali Molaları
Gezi tarihimizi seçerken tamamen iş açısından uygun zamanımıza göre ayarladık, bu da ramazan ayına denk geliyordu. Hava açısından iyi olma ihtimali yüksekti, tatilcilerin genelde evde olduğu zamanlardı, yani yollar, gezilen yerler nisbeten sakin olabilirdi. Ancak bazı yerlerde ramazan demek, yemeğin tamamen unutulması anlamına geliyor. Bazı yerlerde iftar saatinden sonra bile açık lokanta bulamadık. Hatta sağlam olsun diye gazete kağıdıyla camlarını bile örtmüşlerdi çoğu lokantanın. Bu duruma kendimizi hazırlamıştık, yanımızda bol miktarda galeta ve atıştırmalık vardı, uygun yerlerden takviye de yaptık. Yine ara ara meyve, hatta mevsimi olduğu için özellikle şeftali ile de midemizi avuttuk.

Yani bu gezi, beni tanıyanları yemekler açısından hayal kırıklığına uğrattı, ama keyifli sofralarımız da oldu. Hamsiköy Kardak Tesislerinde dostum Koray Pervanlar'ın lezzetli etleri ve tabi ki sütlacı, Uzundere Yedigöller Tesisleri'nde yöresel yemeklerden oluşan tabak ve kuru kayısıdan yaptıkları tatlı, Şavşat Karagöl'de alabalık ve salata, Taşköprü Yaylası'nda yediğimiz patates yemeği unutulmazdı.

Yolun her kıvrımı farklı bir coğrafyaya gidiyor.
Abi kaç km kaldı?
Acemi yolcunun en büyük hatası hedefe kilitlenmesidir. Oysa yolculuk bir bütündür, bütünüyle yolda olma halidir, gidilen yerler ne kadar ilgi çekici olsa da yolların hakkını da vermek gerekir. Bu sayede ilginç ayrıntılarla oyalanır ve sıkılmadan hedefe varır. Hatta ilginç bir şekilde anılarda, fotoğrafların aksine gidilen yerlerden çok yolculuk anıları kalır. Eski Zigana yolunun virajlarında ilerlerken birden karşınıza çıkıveren Torul Baraj Gölü ve Harşit Vadisi'nin manzarası güzel bir anıdır mesela. Çaykara'dan Bayburt'a, Ardahan'dan Şavşat'a, Uzundere'den dağ yolunu izleyerek Oltu'ya, Gümüşhane'den Santa Harabeleri'ne yapılan yolculuklarda coğrafyanın inanılmaz değişimi, iklimin yaptığı oyunlar, üzerinize yürüyen bulutlar unutulamaz. Daha önce görmediğiniz çiçekler, ismini bile bilmediğiniz kuşlar, nereye gittiğini merak ettiğiniz insanlar hep yolunuzdadır. İşte bir coğrafyada sayısız defa kıvrılarak ilerleyen yolları 'yolculuk' haline getiren bu ayrıntılardır.

Yol üzerinde karşınıza çıkan her tabelaya inanılır mı? Elbette inanılmaz, sormak, soruşturmak gerekir. Bunu yaparken sağlam bilgi kaynaklarınız ve en önemlisi sağlam bir yol arkadaşınız olmalı. Ayrıntıları öğrenmeden bu yolculuğa evet diyen, keşfetme heyecanını her daim taşıyan, olumsuzluklardan yılmayan ve en önemlisi gördüğü güzelliklerin tadını çıkaran dostum Suat Ertüzün'e teşekkür etmeliyim. Yine güzergahımızı belirlemede büyük katkıları olan, bazı günlerimizi en ince ayrıntılarıyla planlayan, onsuz görme şansımızın bulunmadığı yerleri tavsiye eden, kendini bölgeye adamış dostum Egemen Çakır'a da kocaman bir teşekkür borcum var. Yolculuğun bu iki temel taşının dışında tanıdık, tanımadık bir çok kişiden de büyük destek aldık, onları da dostlukla anmam gerekiyor. Umarım yollarımız bir yerlerde tekrar kesişir.