16 Nisan 2013 Salı

Gözlere Şenlik Floransa


Küçücük, derli toplu bir şehir. Akıllı, yetenekli insanlar yaşamışlar ve güzel bir miras bırakmışlar. Öyle böyle bir miras değil bu üstelik, bir devrin adı neredeyse burasıyla anılıyor. Şehrin sakinleri ise bu mirasa sahip çıkmış, bugünü huzurlu ve mutlu yaşıyorlar. Binaların dışı ne kadar etkileyici ise içi de bir o kadar güzelliklerle dolu. Şehrin hemen yanında küçük bir tepeye çıkınca şehir ayaklarınızın altına seriyor. Ve belki de en önemlisi, bu şehrin içinden bir nehir geçiyor. Yani Floransa, bir şehri sevimli kılabilecek bir çok özelliğe sahip.
 

Sabah erken saatlerde otelden ayrılıyor, kahvaltımı Ponte Vecchio'ya karşı yapmak istiyorum. Arno Nehri'nin üstünde, yapana büyük haz vermiş bir maket gibi duran köprünün üstünü tercih edenler çok fazla, karşıdan göreceğim bir yer bulup duvarın üzerine kuruluyorum. Bir kaç lokmanın ardından yanıma yaklaşan serçeyle tanışıyorum, bizdekilerin aksine insandan kaçmıyorlar. Sabah neşemi katlayan kahvaltının ardından kendimi Floransa'nın sokaklarına bırakıyorum. Rönesansın bu önemli kentinde sanat eserleri gerçekten göz alıcı. İsimlerini defalarca duyduğum insanların eserleri ile burun burunayım. Niye bu kadar ünlendiklerini artık daha iyi anlıyorum. Resimler, heykeller sanki canlı gibi, kimbilir, belki de canlılar. Ayaklarım bazen isyan ediyor, biraz dinlenmelerine izin verip devam ediyorum. Manfredi, Dosso Dossi, Tiziano, Michelangelo, Benefial, Tintoretto, Lo Spagnola, Leopoldo derken artık gözlerim ve aklım yoruluyor. Kendime dinlenecek sakin bir yer arıyorum.


Bu kadar özelliğe sahip bir şehrin doğal olarak ziyaretçisi de bol oluyor. Bu şehre ait olmadığını kolayca anlayabileceğiniz insanları her yerde görmek mümkün. Harıl harıl geziyor, merakla bakıyor, iştahla yiyor, kanarak içiyor, hesapsızca alıyorlar. Bir yerde oturanı görmek pek mümkün değil, hepsinin amacı kısıtlı zamanlarını dolu dolu geçirmek. Ve belki de önemli olan Floransa ile ilgili hatıralarını belgelemeye çalışıyorlar. Gezen insanın en önemli kazanımı anılarıdır, diğer her ayrıntı sadece bu anıları desteklemek için vardır. Teknolojinin gelişmesi ile öne çıkan en büyük destekçi de fotoğraf makineleri. Uffizi'de, Akademi'de en çok duyacağınız söz "No photo". Yüzyıllardır görenleri büyüleyen Boticelli ya da Michelangelo'nun eserlerini sevdiklerine göstermek için gizli saklı deklanşöre basmaya çalışan insanlar bolca bulunuyor. Bazen rahatsız edici boyutlara ulaşsa da artık neredeyse herkesin cebinde bir fotoğraf makinesi var.  


Floransa'yı severseniz tekrar gelmek için bir tavsiye var; Mercato Nuovo'da bulunan domuz heykelinin ağzına para konuluyor, bıraktığınızda alttaki deliklerden birine girerse dileğiniz olacak demektir. Başka inançlara sahip olma gerekliliğine inansam da yine de görmek isteğiyle yanına gidiyorum. Her dilden dileklere tanıklık edip ayrılmak üzereyken sessiz sedasız biri dikkatimi çekiyor, elinde defter, kulağında müzik, etrafta kimse yokmuş gibi elinde bulunan defteri karalıyor. Yanına yaklaşarak göz ucuyla bakınca domuzun resmini yaptığını görüyorum. Çevrede olanlarla hiç ilgilenmiyor, sayfada sadece domuz var, ne insanlar, ne paralar, ne fotoğraf makineleri, sadece domuz.




İtalyan ekmeği de diyenler var, pideye benzeyen nefis focaccia'dan yapılmış sandviç ile Michelangelo Tepesi'ne çıkıyorum. Başta Duomo olmak üzere görkemli yapılara karşı oturuyorum, ilk lokma ile serçeler ve güvercinler doluşuyor etrafıma, keyfime keyif katmaları için biraz kırıntı da yeterli oluyor üstelik. Onlarla oynaşıp manzaranın keyfini çıkarırken bir bahçe dikkatimi çekiyor, aşağıya inerken burayı deneyebilirim, kapısına gidince burasının Gül Bahçesi olduğunu, 350 çeşit gülün bulunduğunu öğrenerek şehrin kalbindeki  bu vahaya giriyorum. Belçikalı sanatçı Jean-Michel Folon'un 11 eserin sergilendiği bu küçük parkta bir tanıdık yüzle karşılaşıyorum, elinde defteri ve kalemi, kulağında müziği ile hatırlıyorum onu. Bir fotoğraf için izin istiyor, domuzla olan eski fotoğrafını gösteriyorum, o da bana bitmiş resmi gösteriyor. Brezilya'dan Floransa'ya gelip benim anılarıma giren arkadaşıma teşekkür ederek şehre geri dönüyorum.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Dağlardaki Bereket: Uzuncaburç




Demircili Anıt Mezarları

Silifke'den çıkarken tahmin ettiğim süreden uzun bir zamanda varıyorum Uzuncaburç'a. Bunun iki nedeni var: Sevimli olanı yol üzerinde, Demircili Köyü'nde gördüğüm anıt mezarlar. İkisi yan yana olmak üzere toplam dört mezar küçük ve sevimli yapılar. Köy evleri ve bahçelerin arasında hemen kendilerini belli ediyorlar. Her ne kadar ayrıntıları yok olsa da taş işçilikleri çok güzel. Sevimsiz sebebim ise yol çalışması nedeniyle girdiğim bozuk yol ve hiç bir yönlendirme olmaması nedeni ile yaşadığım stres. İlkini atlattıktan sonra ikinci bir yol yapımı ile yine yolum değişiyor, sonunda Uzuncaburç'a ulaşıyorum.



Yol üzerinde gördüğüm belediye tabelalarından dolayı büyük bir yerleşim bekliyorum, sadece tek katlı belediye binası, karşısında bir kahve ve bir kaç küçük yapı karşılıyor beni, arkalarında da buraya ismini veren tarihi yapı. Yerleşimin evleri, genelde yol boyunca gördüğüm tarlaların, bahçelerin aralarında kalıyor. Yol yorgunluğunu, sersemliğini bir kahve ile atmak istiyorum. Çay bardağında sunulunca burun kıvırdığım kahvenin enfes tadı ile gözüm açılıyor. Hedefim olan antik kent kalıntılarına doğru seğirtiyorum, Mersin'in en iyisi olduğunu duydum, diyenler haklıymış. Fazla çalışma yapılmamasına rağmen kalıntılara bakınca zamanında nasıl oldukları konusunda bir fikri oluyor insanın. 



Cazip bir gölgesi olan çınar ağacının karşısında yer alan sütunlu caddenin girişinde anıtsal kapıdan kalan beş sütun bulunuyor. Yolu takip edince sol tarafımda Zeus Tapınağı kalıyor. Yüzyılların depremlerine, rüzgarlarına, yağmurlarına inat ayakta kalan sütunlarıyla etkileyici bir yapı olan tapınağın kalıntıları arasında farklı hayvan kabartmalarının olduğu taşlar, üzüm hevenkli lahit ve birbirinin peşi sıra uzanan üç kişinin olduğu bir lahit kapağı dikkat çekiyor. Zeus Tapınağı'nın hemen yanında yer alan Şans Tapınağı'nın yanında bulunan kentin kuzey kapısından çıkıyor, geldiğim yoldan farklı bir güzergahı tercih ederek geri dönüyorum. Yol boyunca gördüğüm bahçe duvarlarında antik dönem yapılarından alınan malzemelerin kullanımı ilginç görüntüler oluşturuyor. Küçük olmasına rağmen genel olarak sağlamca günümüze ulaşmış tiyatronun basamaklarından bahçelerin manzarasını iyice sindiriyor, temiz havayı derin derin soluyunca acıktığımı hissediyorum.



Gezinin başlangıç noktasında bulunan çınarın yanında karnımı doyuracağımı düşünerek geri dönüyorum, yanılmadığımı, hatta çok isabetli bir karar verdiğimi kısa sürede anlayacağım. İçine peynir konulduktan sonra katlanıp pişirilen incecik hamurlu börek ve incecik lavaş ekmeğinin içine konulan çeşitli malzemelerle dürüm yapılan sıkma'yı beklerken masaya zeytin ve ayran geliyor. Neredeyse aynı zamanda bir de tekir kedi çıkıyor ortaya, miyavlamarıyla bana eşlik ediyor. Gelen sıkmadan, börekten atılan parçaları havada kaparken içerden bir ses geliyor: 

- Siz karnınızı doyurun, ben onları ekmekleyeceğim birazdan.
- Baksana ama, nasıl duygu sömürüsü yapıyor.
- O da biliyor işin duyguyla yürüyeceğini.

İçeri giriyor, biraz sonra elinde bir tencere ile çıkıyor ve biraz ileri giderek pisilere sesleniyor, onlar da bu çağrıyı ikiletmeden doluşuyorlar yemeğin başına, bizim tekir de yerini alıyor hemen. Bir süre elinde tencere ile onları izliyor, sonra yanıma geliyor ve aynı duruş ve bakışla masaya bakıyor, bu durumların klişe 'Başka bir şey ister misiniz?' sorusunu beklerken bir anne gibi davranıyor:

- Doydunuz mu?
- Ellerinize sağlık; diyebiliyorum sadece; ama hem ellerine, hem ağzına hem de yüreğine sağlık. 



Yemek üstü vazgeçilmezi çayla birlikte elinde iki kutu ile geri dönüyor, merakla açılmasını beklediğim kutuların birinden kavrulmuş buğday ve melengiç, diğerinden kuru üzüm çıkıyor, yemek üstüne atıştırmalık. Hemen ağzıma atıp keyifle çayımı yudumlarken anıtsal kapının yanındaki beton binayı soruyorum, "Bilmem." diyor, "Kütüphane diye yaptılar, öyle kaldı, bütün bunları yıkacaklar, bizleri de buradan kaldıracaklarmış.". Her biri yaşadıkları tarihi üzerinde taşıyan köy evlerine bakıyorum, birinin ahşap balkonu da olan bu taş evler yorgun ama sevimliler. Koruma demek en eskiyi yaşatmak mı sadece? Tarihin eskisi ya da yenisi olur mu? Oluşan hoş atmosferi bozup ziyaretçileri bu keyiften mahrum etmek nasıl bir planlama acaba? Antik kenti yapanlar ve torunları yüzyıllarca beraber yaşamış ve ilginç bir birlikteliğe imza atmışlarken niye buna uygun düşünen yetkililer ortaya çıkmaz?



Gönülden vedalaşırken etrafa bir daha baktım, umarım tekrar geldiğimde bu keyfi tekrar yaşarım, bu ortama acır ve sahiplerine bağışlarlar.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.

12 Nisan 2013 Cuma

Masal Kahramanları'nın Kenti: Venedik

Gezmeyi seven herkesin mutlaka görmek istediği yerlerden birindeyim, göreceklerimin heyecanıyla bindiğim tekne ilerlerken bir yandan da coğrafyayı algılamaya çalışıyorum. Kazıklarla belirlenen güzergahımızda ilerlerken önümüze bir çok alternatif çıkıyor, hangisini seçeceğimizi tahmin etmeye çalışıyorum, bu durum giderek bir oyun haline geliyor. Fotoğraflardan tanıdığım yapıları görene dek devam ediyorum bu oyuna, sonra onlara bakarak Venedik'in neresinde olduğumuzu algılamaya çalışıyorum. Saat Kulesi, Dükler Sarayı, Aziz Marko Kilisesi derken kıyıya yanaşıyoruz. 

Önce 'Gördün mü?' sorusuna hayır cevabı veremeyeceğim yerleri görmeliyim. Bütün gezi kitaplarının en başında yer alan bu yerler nedense anılarda en az yer tutanlardır. Daima bir kalabalıkla gezilir bu tip yerler, sanki hac yeriymiş gibidirler. Girişleri pahalı, kuralları sıkı ve görevlileri mümkün olduğunca terstir.   Bu kadar övülen güzellikler içinde nasıl bu kadar mutsuz olduklarına hayret ederek etrafı iyice inceliyor, 'Acaba bir şey kaçırdım mı?' ile 'Etrafı devirmesem bari.' tedirginliği arasında gidip geliyor ve sorulara gururla cevap verecek kıvama geldiğimi hissedince yavaşça çıkışa yöneliyorum.

Elimde uzun bir liste ve görmek istediğim çok yer var, şaşkın bir şekilde sokaklarda yürüyorum, etrafıma doyasıya bakarak şehri algılamaya çalışıyorum. Kanalların arasına sıkışmış sokaklarda birbirinden güzel, masal kahramanlarının yaşaması için tasarlanmış binalara bakarak ilerliyorum. 
Önüme çıkan her yol ayrımından sapıyor ve merakla etrafıma bakıyor, yapanları, yaşananları, yaşayanları düşlüyorum. Bir süre sonra gezi listemi unutuyor, sonra tekrar hatırlıyor, nerede olduğumu anlamak için etrafıma ve haritaya bakakalıyorum. İşin içinden çıkamayınca birinden yardım istiyorum, haritaya şöyle bir bakıyor ve parmağıyla nerede olduğumu gösteriyor, peki ben buralara nasıl gelebildim? Doğru tarafa yönelip bir kaç sokak ilerleyince yön duygumu tekrar kaybediyorum. 

Artık göreceklerimden umudu kestim, geri dönüş yolunu bulmaya çalışıyorum. Bazı yerlerde sokaklar kalabalıklaşıyor, arkalarına takılıyorum, amacım bir caddeye (hem de Venedik'te !) çıkmak. Ancak kalabalıklar bir anda toplanıp dağılıveriyorlar sanki, anlıyorum ki kalabalıklar mekanla değil, zamanla ilgili burada. Bir süre daha yürüyüp bir duvarın üstüne oturuyorum. Elimdeki sandviçten bir lokma alıyor, boş gözlerle etrafı seyrediyorum. Haritayı elime almaktan korkuyorum artık, biraz soluklanmalıyız ikimiz de, çok yorulduk. İnsanları seyrediyorum bir süre. Hiç kimsede telaş yok, yetişmeleri gereken yerler bekleyebilir, sanki 'acele' kelimesi giremiyor bu kente. Turistler de bu şehre ayak uydurmuşlar, 'daha fazla yer görelim' demek için gezi güzergahlarının diğer kentlerini bekliyorlar besbelli. Bu arada farkediyorum ki geldiğimden beri aynı yüzü iki kere görmedim, oysa turistik yerlerin en güzel oyunudur bu. Aynı yerlerden keyif almaları buyurulmuş insanlar topluluğu sürekli birbirleriyle karşılaşır, yol arkadaşınıza tarif etmek için gördüğünüz yerlerle adlandırırsınız bu insanları, hatta bazen selamlaşır, tanışırsınız. Oysa Venedik'te bu pek mümkün değil, sanırım diğerleri de benim gibi şehrin ummadıkları başka yerlerini görerek yorgun dönüyorlar otellerine.

Venedik'te gezdikçe anlıyorum ki burası gerçek bir masal kenti, zamanla konuşmamayı, sadece anlattıklarını dinlemeyi öğreniyor insan. Görmek istediklerini onun istediği zaman ve onun istediği sırayla görebiliyorsun. Hiç şikayetim yok, kendimi keyifle kollarına bırakıyor, sunduğu hoş sürprizlere bayılıyorum. Haritam ve gezi listem de tatilde artık, ellerim cebimde kanalların arasında ıslık çalarak dolaşıyorum.

Ayrılık vakti için kelimenin her anlamıyla erken; şehir uykusundan yeni yeni uyanmakta hala ve ben bu şehre doyamadım. Güneşin nazlanarak gelişini belirttiği bu saatlerde çok az kişi var sokaklarda, sonra hepimiz bir vaperetto'ya doluşuyoruz. Gezmek için gelenlerin hepsi uykuda, şehir halkıyla beraberiz sadece. Benim görmek için binlerce kilometre geldiğim şehirde yaşıyorlar ama hiç umurlarında değil. Daha güzel rüyalar için uyuyorlar, daha güzel haberler için gazete okuyorlar sanki. Nefesleriyle oluşan buğuyu elimle temizleyip dışarı bakıyor, son bakışların hüznüyle veda ediyorum. Bir hareketlenme olunca istasyona yaklaştığımızı anlıyorum. İskelenin hemen karşısında bulunan istasyonun kapısı sanki bir lavabo deliği gibi, etraftaki insanları toplayıp yutuveriyor. Tren hareket ederken uyanıyorum masaldan, gördüğüm arabalara, kamyonlara, otobüslere, gemilere, binalara, insanlara inanmayacakları bu masal kentini anlatmak istiyor, çok çabuk vazgeçiyorum.

* Bu geziye ait diğer fotoğrafları Facebook'ta görebilirsiniz.